20 Mayıs 2015 Çarşamba

Kırmızının elli tonu



Gençtiler.
               Erkektiler.
  
Gidiyoruz dediler.
 
      Gittiler,
                düşmana karşı.

Aynı gece,
               alınları toprağı öptü.
 
Bir vardılar,
                  sonra yoktular.
 
Gökte çakılı birer 
                          yıldız oldular.

 O kadar parlak ki
                             hem gece,
                             hem gündüz görünen,

               tam elli şanlı yıldız.

 Sarı iken,
                sarı siyah olan.

 Gelincik tarlasına
                            rengini veren

 Karın,
           fırtınanın,
                           boranın sükun bulduğu,

 Yıldırımların tam bir asırdır,

              usanmadan selam durduğu...

 

Ruhunuz şad olsun Abilerim

15 Mayıs 2015 Cuma

bir yudum çay




Kan rengi güneşin ufuk çizgisine değdiği andan itibaren hızlanarak dünya tarafından yutulduğu, alacakaranlığın birden hakim olduğu, denizden gelen hafif meltem esintisinin yüzünü yalayıp içini ürperttiği, soğuğun giydiği hırkanın içine işlediği, insanın tüylerini diken diken eden, bir akşam vaktiydi ve gözleri ağlamaktan şişmiş, morlukları belli belirsiz görünen, yıllardır çektiği acılardan kamburlaşmış vücudunu oturduğu plastik iskemlenin rahatsız sırtına yaslamış, kesik kesik, zorlukla nefes alan kadın elindeki, ablasının tavsiyesi ile Tarlabaşı’nda gittiği, küf kokan, izbe apartmanda buluştuğu çingene falcıdan aldığı tozu içinde erittiği çay fincanını, binbir güçlükle öne doğru eğilerek, titreyen eliyle, onu bu çektiklerinden kurtaracak iksiri dökmemek için aşırı özen göstererek, karşısındaki, ona işkence gibi bir hayat yaşatan, yumruğunu, tokadını, küfrünü esirgemeyen, hayatın tüm yükünü tek başına taşıyormuşçasına, omuzları, avurtları çökmüş, dişleri içtiği otlardan dökülmüş, dökülmeyeni ise sararmış, bir zamanlar hayatındaki herkese karşı çıkarak kaçtığı, ilk ve tek erkeği iken, bulamaca dönmüş beynini daha da bulandıracak uyuşturucuyu temin etmek için canından çok sevdiğini iddia ettiği karısını önce arkadaşlarının, sonra da sokakta bulduğu, kadına aç her erkeğin koynuna sokacak kadar alçalan adama, son bir gayretle uzattı ve gözlerini yumarak beklemeye başladı...

3 Nisan 2015 Cuma

Kolumna Vertabralis

3 gün önce – MS 2015, Mart ayının otuzbiri

Tahammül edemiyorum.
Ben ki nefret nedir bilmem,
artık dayanamıyorum.
Fosil kokusu sarmış her tarafımı.
Kusmuk ve çürümüşlük de ekleniyor, midem bulanıyor.
Her bir omurum ağrıyor.
Ciğerlerim acıyor.
Canım yanıyor.
Bıktım.

Beni ezen bu postallarınızdan usandım.
Kulaklarımda yankılanan sözcüklerinizi anlayamıyorum. 
Beynim karıncalanıyor.
Başımın ağrısı geçmek bilmiyor.
Işık üretmek için etrafa saçtığınız garip makinaların uğultusu tırmalıyor içimi.
Darbuka sesi klarnete karışıyor.

Tükendim artık.

2,700 yıl önce – MÖ 677

İki bacaklı dik duranlar.
Hoşgeldiniz.
Hades’ten korkun,
ki ben onu tanırım.
Körler şehrinin karşısına yerleşin.
Beni rahatsız etmeyin.

1,900 yıl önce – MS 70

Tufandan arda kalanların torunlarınin torunları.
Sandaletli uğursuzlara boyun eğdiniz.
Kovuldunuz yine.
Dağıtıldınız.
Ama toplanacaksınız size vaat edilen yerde.
Zamanı gelince,
belki.

1,700 yıl önce – MS 313, Haziran ayı

Konstantin derler, size hükmedendir.
Ferman onundur.
Dedi “Tanrı bir tanedir, ama üç tanedir.”
“Hepsi de birdir.”
Öncekinin devamıdır, aynısıdır.
Biri eskidir,
diğeri yeni.
Kitaptır, ahiddir,
mukaddestir.
Hades öldü.
Zeus öldü.
Ben varım.
Tanrının oğlunun,
ki o da kendisidir,
yolundan ayrılmayın sakın, geri gelecektir.

1,400 yıl önce – MS 610, Ramazan ayının yirmiyedisi

Geldi.
Son haberciye de haber geldi.
“Oku” dedi.
“Tekim” dedi.
“Bağışlarım” dedi.
Duydum.
Siz de duyun.
Duymaz iseniz topraklar ıslanacak kanınızla.

562 yıl önce – MS 1453, Mayıs ayının yirmidokuzu

Topraklar ıslandı kanlarıyla.
Sen ki, Sultan Mehmet Han’sın,
ihsan edip rahiplere buyurdun:
“Korkusuzca ibadet edin,
Korkusuzca ikamet edin.”
Yamacıma yerleşin,
karşı kıyıya.
“Pera”ya.
Zamanıdır bana yaklaşmanın.

425 yıl önce – MS 1491

Ben saldım kara belayı üzerinize,
hemi de defalarca.
Gelin diye.
Önce ölülerinizi getirdiniz,
mezarlarla doldu gönlüm.
Yeter bağrıma gömdüğünüz cesetler.
Bağlar, otlaklar, avlaklar dönüşsün artık saraylara.
Fransuva Sarayına,
İngiliz Sarayına.
Kondurun Acemioğlanlar Kışlasını tam göbeğime.
Sultanlar Sultanı,
Hakanlar Hakanı,
Hükümdarlara taç veren Allah’ın yeryüzündeki gölgesi,
nice memleketlerin, nice diyarın sultanı ve padişahı,
Sultan Süleyman Han’ın dedesi Bayezıd Han,
tekkenin de zamanıdır.
Ney sesi ne sestir.

Galata Mevlevidir.

“Ağladım her yerde, hep ah eyledim.
Gördüğüm her kul için ‘dostum’ dedim.
Herkesin zannında dost oldum amma,
kimse talip olmadı esrarıma.”

355 yıl önce – MS 1660

O ne koku!
O ne acı!
Yandım,
Estambol yandı.
Dışım yandı amma içime değdi koru.

Artık doluyum.
Karşılıklı yükseliyor ihtişam.
Galatanın Sarayına doğru, Ceneviz elçisinin evi, Hollanda Sefareti,
Fransiskenin ve Terra Saintin kilisesi, Sinyaro Sinagogu,
tek tek yaz gördüklerini ey Eremya Çelebi.
Yaz ki okunsun.
Okunsun ki anlaşılsın,
bilinsin.

176 yıl önce – MS 1839, kasım ayının üçü

Yine duydum, ta Gülhane’den geldi sesi.
Hatt-ı Şerif ilan olunmuş.
“Tanzimat” derler.
Açılın paşalar, beyler,
bekliyorum sizleri.
Frenk usülü ne hoştur.
Benim gönlüm serhoştur.
“La Belle Epoque” derler, Paris’e göndermedir.
Servet, zenginlik, ihtişam.
Koşun atları tramvaylara.
Heryerde musiki, heryerde eğlence, heryerde saadet
Aman ne renkli!
Toprağa akıtın şarapları,
benim bağlarımdan topladığınız üzümlerden yaptığınız şarapları,
mest olalım hep beraber.

98 yıl önce – MS 1917, Ekim ayı

Esir alındı kentiniz, siz de geliniz.
Benim bağrım açık herkese,
benzemese de şehrinize,
burada esir değilsiniz.
Beyazsınız.
Russunuz.
Güzelsiniz.
Yuva yıkarsınız.
“Haraşo”sunuz.
Devam etsin ihtişam,
şimdi de Rus lokalleriyle.
Borç çorbası koksun etraf.
  
Mutluyum hiç olmadığım kadar.
Ben varım.
Yaşıyorum.
İlk kez.


60 yıl önce – MS 1955, Eylül ayının sekizi

Nasıl kapkara bir sabah bu sabah.
Bir yüzyıl süren alemin arkasından başıma saplanan ağrı geçmez mi?
Üstüm örtülü, Frenk diyarından gelmiş nice kumaşlarla.
Ama üşüyorum.
Çok üşüyorum.
Islanmış o güzelim ipekler, kanla,
aynı Tanrı’nın buyruğuna,
kendince sadık insanların,
rengi aynı,
tadı aynı,
kokusu aynı kanıyla.

Gitmeyin bre.
Ben sizi çok bekledim.
Gitmeyin.
Rum'um,
Gitme.
Yahudi'm,
Biliyorum ki sana vaad edilenin zamanı geldi.
Ama sen de gitme,
ben seni hep sevdim,
 kucakladım.
Gitme.
Bırakmayın buraları.
Dönmesin batakhaneye.
Açgözlü,
 doymak bilmeyen,
 hırslarına yenikler gelmesin.
Lümpenler yerleşmesin,
 sayısız kahvehane,
 aşhane
ve
batakhaneye.

Gitmeyin bre.



Yarın

Ben,
ki bana “Cadde-i Kebir” derler,
“Grande Rue de Pera” derler,
“İstiklal Caddesi” derler, 

aslında,

“Kolumna Vertabralis”im.

Omurgayım ben.
Yaradanın omurgası.

Nuh’un gemisinin omurgası.

Ben varım.
Hep vardım.
Hep var olacağım.
Ben zamansızım.
Ben mekansızım.

Çürüyen cesetlerinizin üzerinde yükseleceğim.
Size tufan geliyor yine.
Bu kez kurtarmayacağım.
Hakkınız doldu,
bağışlanmayacaksınız.


Yok olacaksınız...

27 Mart 2015 Cuma

Mektubumun ucu yanık...




Canımdan çok sevdiğim, varlık sebebim, Bülent’im,

Benden hiçbir zaman haz etmedin, biliyorum. Bana hiçbir zaman değer vermedin, onu da biliyorum. Ama son üç yıldır, hayatında hiç olmamışım gibi davranıyorsun ya, işte ben ona içerliyorum. O yüzden oturup, sana bu mektubu yazmaya karar verdim. Yazdıklarımı bir oku, eğer senin hayatında bahsi bile geçmeyecek kadar değersiz olduğumu düşünüyorsan hala, inan seni bir daha rahatsız etmeyeceğim.

Senin benim varlığımın farkına varman üniversiteye başladığın sene olsa da, hayatının ilk onsekiz yılını çok iyi biliyorum. Ama o kısım çok önemli değil. Sonrasında yaşadıklarımız benim açımdan daha kıymetli.

Kantindeydin. Kafanda o dönemde Teknik Üniversite’de hiçbir öğrencinin giymediği fötr şapkan, ağzında kısa Camel, rıfkı almaza dönüyordunuz ki beni farkettin. İlk şaşkınlığın dün gibi aklımda. Sana kendimi göstermenin zamanı geldiği için çok heyecanlıydım. O gün benim doğumgünümdü. Şişelerce bira tükettik birlikte. Gece uykusuz gözlerinden, biraz da alkolün etkisiyle dökülen yaşlar hep benim marifetimdi.

Tam dört yıl görüşmedik. Sen okulunu bitirdiğin günün akşamında bovling oynarken tanıştığın İngiliz adamların fabrikasında çalışmaya başladığında, aklında sadece kariyerin vardı. Altı ay sonra kendimi hatırlatmanın zamanı geldi diye düşündüm. Çınar otelin saunasında çıktım karşına. Unutulmaz bir üç hafta geçirdik seninle. En uzun ve en tatlı birlikteliğimizdi. Ne evde, ne de işte seni hiç yalnız bırakmadım. Patron müdürünü işten atıp, seni kesimhane ve modelhanede çalışan yüzelli kişinin başına geçirdiğinde de yanındaydım. Ama her buluşmamız gibi bu da senin için  mutlu, benim için hüsran dolu sona erdi.

Evlendiğin gün de aklımdan hiç çıkmıyor. Sıcak bir yaz akşamı, yeşillikler içerisinde bir bahçe, çello ve kemandan yükselen o tatlı melodi. Tüm sevdiklerin ve ben yanındayız. Pachelbel Canon eşliğinde kolunda Işıl ile yürümeye başladığında beni fark etmeni çok istedim ama yapamadım. Seni, sana kendimi hissettirmekten imtina edecek kadar çok seviyorum Bülent.

Beraber çıktığımız tüm yolculukların bende ayrı bir hatırası var. Los Angeles unutulmazdı. Uçakta hiç konuşmadık ama otele varır varmaz küveti doldurup benimle beraber içine girdiğin an anladım aslında birlikteliğimizin acı ve tatlı anlarını sadece benim arzulamadığımı. Romanya’da, Çeşme’de, Hong Kong’ta, Yeni Delhi’de yanında sadece ben vardım. Hele o Cunda tatili. Üç gün boyunca yataktan çıkmadık.

Bazen de sen istedin benim gelmemi. Askerdeyken mesela. Çok sıkılmıştın. Yirmisekiz gün sana yirmisekiz ay gibi gelmişti, İzmir’in buz gibi Gaziemir tepelerinde. Yine soğuk bir gecede bana gel dedin. Yıldızlar nasıl da parlaktı o gece. Gündüzden ıslanmış toprağa uzanmış gökyüzünü seyrederken, “keşke” dedin, “gelse de beni bu işkenceden kurtarsa”. Geldim. Ne zaman çağırsan geldim. Son haftan sayemde sıcacık bir yatakta benimle beraber geçti.

Varlığımı hep hissettin. Hissettiğinde nefret ettin ama görünce hep mutlu oldun.

Yanında, sağında, solunda, yatağında, bazen seni ağlattım, ter içinde bıraktım, sarhoş ettim, başını döndürdüm, içini acıttım. Ama beni her gördüğünde acıların diniverdi birdenbire.

Ama şimdi…

Şimdi sanki ben hiç olmamışım gibi umarsız bir şekilde devam ediyorsun hayatına. Sanki beni hiç görmemişsin gibi. Sanki hiç buluşmamışız, kavuşmamışız gibi. Halbuki tam ellidört kez buluştuk. Evet, sayıyorum her buluşmamızı, hepsinin derin izi var bende. Bazıları birkaç saat, en uzunu üç hafta sürdü. Görmesen de, varlığına ya da doğruluğuna inandığın bir çok şey olduğunu biliyorum. Beni hissetmediğinde umursamamanı bu yüzden kabullenemiyorum.

Ben seninle nefes alıp veriyorum, ne olur beni ihmal etme artık. Biliyorum beni özlediğini.

Hem bunu sana sadece ben söylemiyorum. Ender Bey’in tavsiyesini de unuttun. Arada bir mutlaka benim ne durumda olduğumu merak etmen gerekiyor.

Hazır Maçka’dasın, kapıdan çıkıp sağa saparsan ikiyüz metre sonra Elif’in muayenehanesi var. Kesin ordadır. Bir film çektirsen beni göreceksin.

Hasretle öpüyorum yanaklarından.

Biricik böbrek taşın

Kalsiyum Oksalat


20 Mart 2015 Cuma

Garaja Gider


Önünde duran boş kadehe uzun uzun baktı. Onun getirdiği Lagavulin şişesinin kapağını açıp tepeleme doldurdu. Şişeyi elinden bırakmadan kadehi kafasına dikip boşalttı. Onunla konuşmadan kafasının bulanmasına ihtiyacı vardı. İkinci kadehi tek doldurdu ve şişeyi önündeki sehpanın üzerine bırakıp arkasına yaslandı.

Nasıl bağlanmıştı bu kadar kısa sürede. Daha üç ay önce, klübe girdiğinde gözgöze gelmişlerdi. Etrafında olup biteni umursamayan bir şekilde dans ederken yakalamıştı gözlerini. Etrafta o kadar insan varken bir an bile başkasına bakmamıştı. Sabaha karşı, mesaisi bitince, hiç konuşmadan kapıda birbirlerine sarılmışlar ve Nişantaşı’ndaki eve gidip öğlene kadar sevişmişlerdi.

Daha önce hiç kimseyle birlikteyken kendisini böyle savunmasız hissetmemişti. Savunmasız ama huzurlu. Teslim olmuş ama memnun.

Şimdi yarı sarhoş, ondan telefon gelmesini bekliyordu. Aramayacak diye geçirdi içinden. Bu gece başkasının koynunda. Düşüncesi bile ikinci kadehi tek nefeste bitirmesine yetti. Daha fazla içmemeliydi. İçerse ona yalvaramamaktan korkuyordu. Çalıp çalmadığına emin olmak için telefona uzandı. Ne bir mesaj, ne bir cevapsız çağrı.

İstemeden, refleksle üçüncü kadehi doldurduğu sırada çaldı telefonu. Albinoni’nin “Adagio G Minör”ü yankılandı evin boş duvarlarında. Yanıtlamak için tuşa basmadan önce gözlerini kapayıp çellonun sesini doldurdu beynine. Sonra bir telaş yes tuşuna bastı. Onun sesi de en az çello kadar doyurucuydu.  Duyduklarını söyleyeceğini biliyordu ama içtiği viski miktarı tahammül etmesine yetmemişti. Bağırmak istiyor, “Ben sensiz nefes alamam” demek istiyordu, “Yalvarırım bir şans daha ver”.

Ama fırsat bulamadan kapandı telefon.

Bitmişti.

Hayatını değiştirdiğini düşündüğü dansçı sevgilisi ile yaşadığı aşk bitmişti.

Derin bir nefes aldı. Doldurup içmeye fırsat bulamadığı üçüncü kadehi bir dikişte bitirdi. Ayağa kalktı, sendeledi. Elindeki boş kadehi karşısındaki duvara fırlattı. Aynanın karşısına geçti. Üzerindeki bornozu çıkardı. Önce gözlerine baktı. Sonra dudaklarına. Onunla tanıştığından beri kazımayı bıraktığı dazlak kafasına. Geniş omuzlarından göğüslerine indi bakışları. Ardından gözü bacak arasında duran işe yaramaz et parçasına ilişti. Hem nefret, hem aşk ile baktı çıplak bedenine.

Yarım saat sonra sokaktaydı. Önce Harbiye’ye doğru yürüdü, yanından tek tük geçen arabaların kornalarına aldırmadan. Çalıştığı Love Dance Point’un önündeki afişten kendisine şehvetle bakan gözlerini gördü sevgilisinin. Cebinden çıkardığı falçatayla önce sağ gözünü, sonra sol gözünü çıkardı karşısındaki yüzün. Kendisinden sonra hiç kimseye, ona baktığı gibi bakamasın diye.

Yoluna devam etti. Hilton otelinin önüne kadar yürüdü. Önünde duranlara, camı indirip kendisi ile konuşmak isteyenlere bakamıyordu. Üç ay sonra, aynı yere geri dönmüştü. Hiç geri dönmeyeceğini düşündüğü sokaklara. Gözlerinden süzülen yaşlara engel olmuyordu artık.


Kafasını gelen arabalara doğru çevirdi, hızla yaklaşan bir Mini Cooper’ı gözüne kestirdi. Ani bir hareketle kendini yolun ortasına bıraktı, kaporta kalçasına temas ettiği anda gözgöze geldi direksiyondaki şaşkın delikanlıyla. Ayağındaki kırmızı topuklu ayakkabının fırladığını gördü havada uçarken. Bembeyaz, mini bir elbise giymişti bu gece, kefen niyetine. Kafası arabanın camına vurduğunda siyah peruğu takılıp kaldı, bedeni havalanıp arkadan gelen otobüsün önüne doğru savrulurken son gördüğü “Garaja Gider” yazısı oldu.

9 Mart 2015 Pazartesi

Meslek Erbabı



Normalde çalmaz benim telefonum o saatlerde. Aslında son on senedir hiç bir saatte çalmıyor benim telefonum. Kimsede numaram olmadığından değil, kimse beni aramaya cesaret edemiyor. Tanıyorlar beni, biliyorlar yapabileceklerimi. Şikayetçi değilim bu durumdan. Hatta benim meslekte tercih ettiğim bile söylenebilir bu durumu. Sadece telefon da değil, kapım da çalmaz benim. Hatta şu gördüğünüz kapıdan son on yıldır sadece bir ben geçtim, bir de Safinaz. O da iki yıldır görünmüyor. Sabahları kapıyı tıklatırdı, anlardım onun geldiğini, kapıyı açar, karnını doyurur, sonra yolcu ederdim. Artık gelmiyor. Şüphelenmiyor değilim ama bizim meslekte hiç kimseye bağlanmayacaksın, hiç kimseye güvenmeyeceksin, o yüzden soruşturmuyorum. Rutinin dışına çıkmak da olmuyor, hemen dikkat çekiyorsun. Her sabah olduğu gibi, bu sabah da güneş gözüme girince uyandım. Hep böyle oluyor. Önce sıcaklığını hissediyorum yüzümde. Sonra ışıldamaya başlıyor gözümde. Gözkapaklarımın içine doğuyor güneş. Aniden açıyorum gözümü. Her an tetikteyim zaten. Bizim meslek böyle. Gözün aralık uyuyacaksın. Dün gece gelen telefonu anlatmadım, değil mi? Şaşırmadım o çok tanıdık sesi duyunca. Bekliyordum bir gün beni arayacağını, çünkü rutinimi o da biliyor. Zaten benim rutinimi bir o biliyor, bir ben, şimdi de siz. Saat daha 10 du telefon çaldığında. Henüz uyumamıştım. Ben zaten geç uyurum. “Seni seçtim” dedi bana. Ahizeyi bırakıp, karşımdaki ekranda onu dinlemeye devam ettim. Anladım, beni neden seçtiğini, ne için seçtiğini. “Tamam” dedim. Görevi anlamıştım. Bu görev için dolapta tuttuğum takım elbisemi giyip, kravatımı bağladım, kıvrıldım salonun ortasındaki kanepeye. Ne olur ne olmaz. Sabah bir de giyinmek ve kravatımı bağlamak için vakit kaybetmemeliydim. Hemen uyudum. Bir çabuk doğdu güneş bu sabah. Kanepenin yanında duran ayakkabılarımı geçirdim ayağıma. On senedir onları giyiyorum. Yeni ayakkabı almadım, bizim meslekte belli olmaz sizi nasıl takibe alacakları. Neme lazım. Kapıya taktığım asma kilitleri açtım teker teker. Çelik kapı, ama yine de bizim meslekte emniyetli olmaktan zarar gelmez. Evin tam nerede olduğunu söylemeyeyim ama Kadıköy iskelesine tam ondört dakika sürüyor yürümem. Turnikelerden geçmeden önce Posta gazetesi alıyorum, onun söylediği gibi. “Rengin belli olmasın” dedi bana. Zaman alsan paralel, Cumhuriyet alsan solcu zannederler dedi. Ben de Posta aldım. Üzerinde takım elbise olunca, bir de siyah güneş gözlükleri, 8.45 vapurunu bekleyenlerin arasında sıyrılıp en öne geçmek zor olmuyor. Vapura ilk ben binmeliyim ki en hakim yere oturabileyim. Bizim meslekte araştırma çok önemli, dolayısı ile araştırmışım, en iyi gözlem yapabileceğim noktayı tesbit etmişim. Oturuyorum. Gazeteyi de açacaksın ki belli olmasın takip ettiğin. Açıyorum. Çok geçmeden vapur ayrılıyor iskeleden. Daha herkes yerleşmemiş, ama onları tesbit etmem zor olmuyor. Kız haki bir parka giymiş, oğlanın sırtında siyah bir palto. Tam bana söylediği gibi, dışarıda yanyana oturuyorlar. Zamanlama çok önemli bizim meslekte. Gözlemlemeye devam ediyorum. Esmer saçlarını atkuyruğu yapmış, uzun boynu görünüyor kızın. Bembeyaz. Hani kırmızı şarap içse, derisinin altında görülecek, o kadar beyaz. Oğlan sakallı, kalın camlı gözlükleri var. Sakalları Che’nin sakalı gibi, onun boynunda fular var. Simit almış oğlan binmeden vapura. İki de çay alıyorlar dolaşan büfeciden. Tam tarif ettiği gibi, dipdibe oturmuşlar, fısıldaşıyorlar. Çocuğun sakalları kızın bembeyaz yanağına temas edince yüreğim hopluyor. Kızarıyor kızın yanakları. Daha bir sokuluyor oğlana. Dudaklarını aralamış, utanmasa oracıkta sevişecek. Ben burnumdan solumaya başlıyorum. Sinirleniyorum, bizim meslekte olmaz ama tahammül edemiyorum bu iğrenç görüntüye. Vapur yavaşlıyor Beşiktaş iskelesine yaklaşınca. Tam zamanı. Artık onun görüş alanına giriyoruz. Eşikten dikkatlice atlayarak iç güverteye geçiyorum. Oradan da bu iki pisliğin önünü kapatacak bir şekilde dışarı çıkıyorum. Beni önce kız farkediyor, gözleri büyüyor, siyah evrak çantamdan çıkarttığım, her gece bilediğim bıçağımı görünce. Bizim meslekte öngörülü olmak çok önemli. Gırtlağa salladığın bıçak şah damarını ilk anda kesmezse ayvayı yersin Oğlan bana doğru dönüyor, kalkmak için hareketleniyor ama ben daha hızlıyım. Sallıyorum bıçağı, çenesine geliyor. Bir daha sallıyorum, etine girdiğini hissediyorum ama nereye girdiğini göremiyorum. Düşüyor ayaklarımın dibine. Kız şoka girmiş. Kaçamasın diye kendimi atıyorum üzerine. Yumuşacık. Hiç debelenmiyor. Vücudunun sıcaklığını ve tüm kıvrımlarını hissediyorum kalın parkasına rağmen. Kokusu başımı döndürüyor. Bıçağı dayıyorum boynuna. Bundan yıllar önce, Manisa’da motorsikletten inen o delikanlıya döner bıçağını vururken ne hissettiysem, şimdi de aynısını hissediyorum. Öfke kalmadı. Huzurluyum aksine. Biliyorum başıma bir şey gelmeyeceğini. O çocuğu kanlar içinde yere serdikten sonra bile beni sadece bir sene tuttular hastanede. Kafamı çevirip sahile bakıyorum. O, pencerede durmuş, bize bakıyor. Gözgöze geliyorum. İki gözünü kapatıp, başını onaylarcasına öne eğiyor. Sonra da yavaş yavaş çekiliyor, gözden kayboluyor Dolmabahçe’deki çalışma ofisinin içerisinde.


Platonik Pişmanlık



Keşke çaldırsaydım o telefonu birden fazla…

Nasıl da geçmişti hiç bitmesin istediğim ders yılı.

Son cuma ve ben nefes alamıyorum. Alıyorum da ciğerlerimi dolduramıyorum. “Acaba nefesimi tutsam, hiç vermesem doyar mıyım oksijene? ” diye düşünüyorum.

Sonra zil çalıyor. Son tenefüs.

Kapıdan ilk ben çıkıyorum. Çıkmıyorum, fırlıyorum delicesine. “Merdivene ilk varan ben olursam, bana bakacak” diyorum içimden. Sınıfının kapısı henüz açılmamış. Yetiştim.

Bekliyorum, kalbim ağzımda.

Kapı açılıyor ve sınıftan sen çıkıyorsun. İnsan bu kadar mı özler bir saatte? Özlemişim. Kıvır kıvır saçlarını özlemişim. Kemerli burnunu özlemişim. Pembe dudaklarını özlemişim. Herkeste var, ama ben senin gri eteğini, beyaz gömleğini özlemişim. En çok da gözlerini, nehir gözlerini özlemişim. Bana baksınlar diye kıvranıyorum, bakıyorlar, merdivene ilk varmış olmanın mükafatı olarak. Yakalıyorum o bakışları, yanaklarım yanıyor. Muhtemelen ağzım açık, bakıyorum gözlerine. Gülümsüyorsun. Gülümseyemiyorum. Sadece bakıyorum. Yanımdan geçiyorsun, dokunamıyorum. Sadece kokluyorum.

Ah o kokun!

Bir de sabah geçmiştin yanımdan, farketmeden. O zaman çekmiştim derin derin içime kokunu. Ancak o zaman tam doluyor ciğerlerim. Seni koklayınca. Manolya kokuyorsun. Deniz kokuyorsun. Yaz kokuyorsun.

Bu tenefüs, son şansım. Karneler verildikten sonra herkes dağılacak, ancak üç ay sonra görüşebileceğiz. Hiç yalnız kalmıyorsun. Yanına gelemiyorum. Gelsem konuşabilir miyim bilmiyorum.

- “Kal gelmiş oğlum yine sana.” diyor Memo arkamdan.
- “Bana bigmek ısmarlayacak mısın Taksim’de” diye soruyor.
- “Lan ne yaptın ki hak edecek?”
- “Aylin’den telefonunu aldım Ahu’nun evinin.” diyor, başım dönüyor.

Sonrası hayal…

Karnemi, teşekkür belgemi almışım. Taksim’e gitmişiz yürüyerek. Bab-ı Ali yokuşu, Sirkeci, Galata Köprüsü, İstiklal Caddesi hep hayal… Mekdanıldsta yenen bigmek, Yeşilköy dolmuşu ve eve varış.

Cuma akşamı uyku yok, gecenin karanlığında, karanlık odamda dikmişim gözlerimi odanın köşesine, görmüyorum hiçbirşey. Gözkapaklarımın arasına sen sıkışmışsın, kapatamıyorum. Bekliyorum. Sabah olsun diye bekliyorum.

Oluyor.

Arasam mı? Arasam da ne desem? Ya o açmazsa telefonu. Ya o açarsa telefonu. Koca cumartesiyi yiyorum.

Yine gece. Yine karanlık. Yine aynı karanlık köşe.

Pazar sabahı herkesten önce kalkıyorum. Telefonun başına çöküyorum, bekliyorum. Sanki sen arayacakmışsın gibi bekliyorum. Aramıyorsun. Arayamazsın, sende benim numaram yok. Ahizeyi kaldırıyorum. Parmağımı sokup çeviriyorum. İçimden sizin evin numarasındaki her bir sıfıra ve dokuza ayrı ayrı küfür ediyorum, aramıza giriyorlar diye. Bir kere çaldırıp hemen kapatıyorum.

Telefonun başından kalkıp dolanıyorum evde. Çay koyuyorum. Yetmiyor. Dolaptan tereyağ, yumurta, zeytin, beyaz peynir, reçel ve balı çıkartıyorum. Kapıya gazete gelmiş, içinde ekmek. Alıyorum, dilimliyorum. Yumurta kokusuna uyanıyor ev ahalisi.

Kahvaltı, orta şekerli türk kahvesi, gazete ve ardından televizyonda kovboy filmi. Karşısında oturuyorum, ama seyretmiyorum. Sadece bakıyorum, gözlerim açık. “Biter bitmez arayacağım” diyorum. “Keşke sabah çaldırsaydım birden fazla” diyorum.

Olsun, şimdi uyanmıştır. O da kahvaltı etmiştir. Hatta belki aynı filme bakmışızdır. Gazetede aynı haberleri, aynı anda okumuşuzdur. Gülümsüyorum di end yazısına bakarak.

Abimin odasına geçiyorum ve telefonda yine aynı numaraları teker teker çeviriyorum sabırla. Bu kez çaldırıyorum. Bir, iki, üç, beş, yedi… On kez çalıyor, açan yok. Tekrar çeviriyorum. Açınca sana anlatacaklarımı düşünerek.

“Ahu” diyeceğim. “ Ahu, ben seni çok özlüyorum. Ahu, ben seni çok seviyorum. Ahu, ben sana aşığım. Kıvırcık saçının her teline, nehir yeşili gözlerine, söyleyemediğin “r”lere, yüzündeki çillere, yanağındaki gamzene, minnacık ellerine aşığım. Yaz çok uzun, ne olur görüşelim.” diyeceğim.

Açmıyor. Hiç kimse açmıyor.

Pazar günü kararıyor. İçim kararıyor. Odam kararıyor. Uyumak istemiyorum. “Keşke sabah çaldırsaydım birden fazla” diyorum. İki gecedir uyumamışım, dalıyorum. Hiç uyanmayacakmış gibi derin uyuyorum.

Rüyamda sahilde, minik elin elimde. Deniz kenarında bir ayrı güzel kokuyorsun Ahu’m. Duruyorsun ve sımsıkı sarılıyorsun bana.

-       “Hiç ayrılmayacağız” diyorsun.

Parmakların saçımda, dudaklarım dudaklarında. Nefesini öpüyorum uzun uzun. Ağlamak istiyorum. Mutluyum. Uzaklarda bir telefon çalıyor. Bakıyorum, ileride bir telefon kulübesi. Israrla çalıyor.

-       “Bakma, cevap verme sakın, hep yanımda kal” diyorsun.
-       “Aşkım” diyorum.
-       “Birtanem, yazgülüm, bal dudaklım, hayatım” diyorum.

Telefon susmuyor.

Sonra susuyor. Kapım açılıyor. Annem “Memo” diyor, “seni arıyor”.

Ağlıyor Memo. Telefonda ağlıyor.

Ahu… İstinye, yokuş, Murat 124…

Duymuyorum.

Anlamıyorum.

“Çaldırsaydım” diyorum o telefonu birden fazla.

Ata binmeye gider miydin o sabah yine, arabaya biner miydin, İstinye yokuşunda sıkıştırır mıydı Murat 124 teki o şerefsizler seni, direksiyonu kırar mıydın yine, karşı şeritte bekleyen Azrail’in üzerine, beni bırakıp gider miydin ?